''AYRILIK NE BİLİYOR MUSUN?''

­     



     Evliya Çelebi Parkı’nın Aşkan’a bakan kıyısında kendi kendine konuşuyordu. Dirsekleri yamalı mavi ceketi, keten pantolonu, kirli sakalları vardı. Sol eli sol cebinde, sağ eli her an bir şey anlatacakmış gibi boşta duruyordu. Ağaçların arasından yürürken öylesine bakışlar atıyordu etrafına, mırıldandığı türkünün arasında kendi kendine konuşmaya başladı: ‘’Sonbaharın gelişi her zaman yapraklardan belli olmaz. Sonbaharı çağrıştıran bazen kışa yaklaşan gönüllerin solmasıdır bazen de ayrılık türkülerinin okunmasıdır. Dünya bile her yerinde aynı mevsimi yaşamıyorken her insanın her mevsimi aynı anda yaşamasını kim olanaklı görebilir. İnsanın dilediği mevsimi yaşaması gerekir, dilediği mevsimden çıkabilmesi gerekir.’’

   Hoop, birader, önüne baksana yahu.

   Pardon, pardon, çok affedersiniz.

   Manyak  mıdır nedir ya!

Ekin’in kendi kendine konuşması az kalsın pahalıya patlıyordu, adam ters ters bakıyordu uzaklaşırken. Yine bir sakarlık yaptığı için tedirginlik hisseden Ekin’in yaşadığı olayın tek tanığı uzun boylu, dik bakışlı, Harley botlu o adam değildi, Asuman’da karşı kamelyada otururken bu olaya tanık olmuştu. Evliya Çelebi Cami’sinin arka kenarındaki kamelyada oturan Asuman, Meram’da can sıkıntısını giderecek en güzel yerlerden biri olan bu parka atmıştı kendini. İçindeki sıkıntılardan kurtulmak, bir sonbahar havası almak için buraya gelmişti. Biraz kitap okuyor, biraz müzik dinliyor, biraz da etrafı seyrediyordu. Vedat Türkali’nin Kayıp Romanlar kitabını okurken aklına bir türkü takılmıştı, kitap ayracını kitabın arasına koymuş, telefonundan anımsadığı müziği bulmaya çalışıyordu. Aradığı müziği bulunca kulaklıklarını taktı, bacak bacak üstüne attı, geriye doğru yaslandı, Oğuz Aksaç’tan ‘’Ben Seni Seveli’’ türküsüydü aklına takılan, açtı, dinlemeye başladı: ‘’Ben seni seveli bir an gülmedim, arayıp derdime derman bulmadım, çok gülistan gördüm böyle görmedim, sencileyin taze güller içinde.’’ derken, uzaklara dalıp gitmişti.


 Uzaklara doğru bakarken, kendi kendine konuşan Ekin’i fark etti ve saniyeler sonra Ekin, o adama işte tam o anda çarptı. Adama çarpan gencin kendi kendine konuştuğunu, adama çarpma anını, adama çarptıktan sonra yaşadığı müteessirliği ve ceketinin cebinden düşen kağıt parçasını net olarak görmüştü. Adama çarpan genç, biraz yere biraz gökyüzüne bak baka kendi kendine konuşmaya devam ediyordu. Gencin düşürdüğü kâğıdı fark edeceğini düşünüyordu, zira genç arkasına dönmüş adama bir şeyler söylemişti, biraz bekledi. Gencin yürümeye devam ettiğini görünce kâğıdı düşürdüğünü fark etmediğini anladı. Hızlı adımlarla kamelyadan kalkıp çarpışmanın olduğu yere doğru ilerledi. Gence seslenmeye çalıştı: Beyefendi, beyefendi, kâğıdınızı düşürdünüz. Ekin hiç oralı değildi, dalgındı, arkasına bakmadan ilerliyordu.  Rüzgârın etkisiyle sararan yaprakların yanına uçan kâğıt, bir ağacın dibinde durmuştu. Asuman kâğıdı eline aldı, içine bakmadan gence doğru koşmaya başladı. Parkın bitişiğindeki halısahayı geçince genci göreceğini düşünüyordu ancak genç orada yoktu. Sağa sola bakınmaya başladı, kendi etrafında döndü, genç kuş olup uçmuştu sanki, yoktu. Elindeki kâğıtla yalnız başına kalan Asuman, oturduğu kamelyaya doğru geri döndü. Kâğıdı okuyup okumamak arasında kararsız kaldı, katlı bir şekilde elinde duran kâğıdı bir müddet okumadı. Bir yanı ‘’başkasının özeli’’ diyordu bir yanı ise ‘’önemsiz bir kâğıtta olabilir’’ diyordu. Yaşadığı kararsızlığı çözümleyemeden fakültedeki dersine geç kaldığını fark etti, kâğıdı çantasına atıp toparlandı, kulaklıklarını kulağına takıp Yeni Yol Caddesi’nden fakülteye doğru yürümeye başladı. Yarım bıraktığı türküyü dinlemeye devam etti. Bir yandan da ‘’ne ara kayboldu bu çocuk, Allah Allah’’ diye içinden geçiriyordu.

Ekin fakültenin dördüncü katındaki kantinin terasında çay içiyordu. Çayından yavaş yavaş yudumluyor, dalgın dalgın etrafına bakıyordu. Terasa gelen bazı arkadaşlarının selamlarını alıyor, kendinden önce gelenlerle göz göze gelince hafif gülümsüyor, başını eğerek selam veriyordu. Karton bardaktaki çayından son yudumunu aldı, gitmek için kapıya doğru dönerken Özge’nin geldiğini gördü. Korktuğu olmuştu, dalgınlığını dağlanmaya dönüştürecek olayın yaşanmasına az kaldığını hissediyordu.

   Gidiyor muydun?

   Dersim başlayacak birazdan.

   Ders çıkışında konuşalım o zaman.

   Olur, bitince yazarım sana.

   Tamam, ben buralardayım.

Özge’nin neler söyleyeceğini biliyordu, bakışlarıyla konuşan bir kadındı o, anlayabiliyordu, bir buçuk yıl boyunca da kendini belli etmişti zaten, bir gün bu konuşmanın olacağını bile bile geçirmemiş miydi o günleri, yine korkunun ecele faydası olmayacaktı. Bu anla yüzleşmek kolay değildi onun için, hazır hissetmemekten daha başka bir duyguydu bu… Dersten erken çıktı, Özge’yi aradı. Tam fakülteden çıkmış yürüyorlardı ki Asuman pencereden onları gördü. ‘’Aaa! Bu o kaybolan çocuk’’ dedi, kendi kendine. Fakülteden Alâeddin Tepesi’ne kadar sessizce yürüdüler, Alâeddin Tepesi’nin Mevlana Müzesi’ne bakan yamacında çimlere oturdular. Özge, hazırlanmış bir konuşmanın metinlerini ezber etmişçesine konuşmaya başladı: ‘’Çok düşündüm, bir buçuk yıllık bu süreci iyice değerlendirmeye çalıştım… Anlayacağın seni sevsem de olmuyor, sorun kesinlikle sende değil, bilirsin bu işler biraz tuhaf gelişiyor tuhaf devam ediyor, anneme bile sordum, seni biliyordu biliyorsun. O, kızım eli ayağı düzgün bir çocuk, ben ötesini nereden bileyim, senin bileceğin bir şey bu dedi, yurttan kızlara bile sordum, hatta oylama yaptım, sonuç kafa kafaya çıktı.’’ Ekin, hüzünlü şekilde bedestene doğru bakındı, iç çekti, daha kötü hissetmemek için lafa girdi. O dalgınlık yerini çabucak vakur bir edaya bırakmıştı: ‘’Anlıyorum.’’ Eli ceketinin iç cebine gitti, bir kâğıt verecekti ona, bir mektup. Eliyle cebini yokladı, kâğıt yoktu, bütün ceplerine bakındı tek tek, kâğıdı bulamadı. ‘’Bir kâğıt verecektim sana ama şu an bulamıyorum.’’

   Önemli değil, daha sonra verirsin.

   Önemliydi aslında.

   Evet, işte onun için sonra verirsin.

   Sonrası olacak mı ki sonra vereyim.

   Yine başladın tuhaf tuhaf konuşmaya, kaçmıyorum ya, aynı fakültedeyiz, birbirimizi görmeye devam edeceğiz.

Bu sözlerden sonra kelimeler Ekin’in boğazına düğümlenmişti. Bir şeyler söylemek istediyse de kendini toplayamadı. Yaşadığı acı ağır geliyordu, herkesin ‘’aman canım ne olacak, dünyanın yarısı kadın yarısı erkek, abartma’’ söylemlerine katlanabiliyordu ancak Özge’den bu kadar özensiz cümleler duymak kanına dokunuyordu. Ekin, başını hafifçe öne eğdi, gözyaşları yavaşça akıp sakallarından çimlere düşüyordu. Kendine bile merhamet etmekte zorlanan Özge, çantasına bakındı, mendilini çıkardı, Ekin’in yanına bıraktı, ‘’çok üzgünüm’’ dedi ve Zafer Meydanı’na doğru hızlı adımlarla giderek oradan uzaklaştı. Arnavut kaldırımlarına vuran topuk sesleri Ekin’in matem türküsü olmuştu o an.

* * *

   Seni ilk defa orada gördüm.

   Peşimden geldin ama beni bulamadın.

   Evet, uzun uzadıya bakamadım ama sağa sola da hızlı hızlı bakındım, yoktun.

   Çok geçti üzerinden, nereden baksan 6 ay kadar oldu, hatırlayamıyorum tam olarak.

   Dirsekleri yamalı mavi ceketin vardı üzerinde, keten bir pantolon giymiştin.

   Hımm, son zamanlar pek iyi geçmedi benim için, sanırım zihnim kötü olayları unutmaya çalışırken o andan başladı.

   Neden, ne oldu ki o gün?

   Tam o gün müydü bilmiyorum ama o bahsettiğin zamanlarda kötü bir olay yaşadım.

   Anlatmak istersen dinleyebilirim.

   Daha kış gelmemişti, Ekim sonlarıydı, Alâeddin Tepesi’nde oturuyordum, biraz kötüydüm.  Mendil satan bir çocuk geldi yanıma, yerde duran mendili aldı, abi al dedi bana, böyle dokuz on yaşlarında bir erkek çocuğu, başımı kaldırıp baktım, başımı eğerek sağ ol dedim sonra, öylece durup biraz bakındı bana, sonra diğer oturanlara doğru gitti. İçimden dedim ki, şuncacık çocuk bile halimden anladı, geldi bir mendil uzattı, koca koca insanlar yanımdan öylece geçip gitti. Tabi, durup bana şefkat göstermek zorunda değiller, ama o an kimsenin umurunda olmamak bana iyi hissettirmedi.

Asuman, bir elini yüzüne dayamış, diğer eliyle de çay bardağını tutuyor, ilgiyle Ekin’i dinliyordu.

   Yavaş yavaş doğruldum, mendil satan çocuğun o davranışı bir nebze iyi hissettirmişti. Tramvay yolunun yanındaki kaldırımdan Kültür Park’a doğru yürümeye başladım. Telefonum çaldı. Özge arıyor, dakikalar önce benden ayrılmıştı, ne diyecek diye merak ettim, açtım telefonu. Hiç tanımadığım bir erkek sesi alo dedi, alo dedim, siz Özge Hanım’ın neyi oluyorsunuz dedi, bir an şaşırdım, arka daş, arkada şıyım diye kekeledim, o malum haberi verdi sonra. Telefonunu bulunca en son aramalardan bana ulaşmışlar direkt, apar topar hastaneye koştum, ambulans gelene kadar olan olmuş zaten.

Ekin yutkuna yutkuna konuşuyor, bir yandan da buğulanan gözlerinden yaşlar damlıyordu. Ekin’in incinmişliğini duyumsayan Asuman, burnunu çekiyor, mendili ile akan rimellerini siliyordu, Soluklanan Ekin, anlatmaya devam etti:

   O gün görüşeceğimizi bildiğim için ona bir mektup yazmıştım. Ama ne olduysa yazdığım kâğıt kayboldu. O gün ona o mektubu veremedim. O mektubu vermem neyi değiştirirdi bilmiyorum, bilmiyorum ama beynimin bir yanı o mektubu okusaydı, orada 10 dakika daha otururdu, o arabanın ona çarptığı o yere varmazdı, varamazdı diyor sürekli. Ecel diyeceksin sende, ecel evet ama ecel diyerek susamıyorum ben, susamıyorum.

Asuman, gözleri git gide yere eğilen, eğildikçe gözyaşlarının düşüşünü net olarak gördüğü Ekin’e ne diyeceğini bilemiyordu, sevdiği, âşık olduğu bu adamın defnedilmiş sevdasına nasıl bir matemde bulunmalıydı bilemiyordu. Çaresizce bakıyordu, biraz da suçluluk hissetmeye başlamıştı. Gözyaşlarını silen Ekin, başını kaldırarak konuşmaya devam etti:

   Anlayacağın, sevgilim benden ayrılıp elim bir kazayla vefat etti. Küçük ayrılığın acısını yaşamaya fırsat kalmadan büyük ayrılığın acısını kucağımda buldum. Benden gidişine bile tahammül etmekte zorlanırken dünyadan gittiği gerçeğini önüme koydular birden. Annesinin feryatlarını, babasının iç çekişlerini gördüm, duydum, yaşadım. Kendi derdimi unuttum bir an için, benim derdime başkasının yaktığı ağıdı merhem diye sürdüm. Geçen gece sende ağladığımı duydun, hani bana dedin ya, ‘’bana da söyle, birlikte ağlayalım’’ diye, o gece karar verdim bunları sana anlatmayı.

* * *

O gecenin öncesinde Asuman, ev arkadaşı ile hazırladıkları planı devreye sokma kararı almıştı. Ekin’i akşam yemeğine davet edecekti. Kendisine karşı duyduğu hisleri belli etmek istiyordu artık. Her ne kadar dışarıda birkaç kez sohbet etmişlerse de bu davet aralarındaki sohbeti bir kademe daha ilerletebilecekti, böyle düşünüyordu. Akşam yemeğine gelen Ekin eli boş gelmemişti, marketten çaylık malzeme almıştı çayın yanına, eli boş gidilmezdi. Akşam yemeğini hep beraber yedikten sonra, Pelin kendi odasına çekilerek hazırladıkları plana aynen uyuyordu, üstelik biraz başı ağrıdığı yalanını bile söylemişti. Muhabbetin demi çayın demine eş değer bir hal aldığında Asuman alttan bir müzik açmak istedi.

   Bir şeyler açsam, şöyle alttan çalsa olur mu?

   Olur, ne açacaksın?

   Dur, bekle birazdan çalacak.

‘’Tembih etmem kendimi yâre, sensiz eylemem derdimi hale, yola düşer de gezersem, o halde neyleyim, sen yoksan o derde’’ Emre Sertkaya, Tembih Etmem türküsünü söylüyordu. 


Ekin türküye dalıp gidince Asuman’da sessizliğini korudu. Türkü bitince, konuşmaya devam etti

   Etkiledi sanırım.

   Evet

   Ne geldi aklına?

   Hiiç, öyle günlük dertler falan, sende daldın ama.

   Ben seni izliyordum.

Bu ifadenin sözel olmayan mesajlarını fark eden Ekin, konuyu değiştirmek için farklı konulardan söz açtı… Vakit geç olmuştu, tramvay seferleri durduğu için Ekin ancak taksi ile eve dönebilirdi, o kadar parası var mıydı, emin değildi. Asuman’da ‘’burada kal sabah gidersin’’ deyince orada kaldı. Salondaki kanepeler üzerine örtüler serildi, yataklar yapıldı. Asuman’ın içi içine sığmıyordu. Planı tam olarak gerçekleşiyordu, nihayet sevdiği adam ile aynı salonda uyuyacak, ona dokunamasada onu uyurken izleyebilecekti. O gece garip duygular içerisindeydi, aylardır dikkatini çekmeye çalıştığı, ilmek ilmek sevdasını ördüğü adamla arasında bir kilim mesafesi vardı. Kendi esrikliğine o kadar kapılmıştı ki Ekin’in tebessüm maskesinin altındaki matemini fark edemiyordu. Alttan çalan müzikler susmamıştı, geceye tanıklık ve yarenlik etmeye devam ediyorlardı. Deniz Toprak, o güzel sesiyle Ayrılık Treni şarkısını söylüyordu:

‘’Ayrılık treni gelip geçerken, sevda dağlarını delip geçerken, herkes kendine bir yar seçerken, yine bugün hatırıma sen geldin. Ne bir mektup ne de haber bekledim, sevdamızı bir sır diyerek sevgimizi sakladım, şöyle geçen yıllarımı yokladım, yine bugün hatırıma sen geldin.’’


O sırada Ekin’in iç çekmelerini işiten Asuman, şaşkınlıkla seslendi:

   Bana da söyle, birlikte ağlayalım.

Mahcup bir tavırla Asuman’a döndü.

   Şarkı biraz duygulandırdı beni, biraz sulugöz oldum son zamanlarda, şimdi uyuyalım, sonra konuşuruz olur mu?

   Olur, tabi.

Asuman şaşırmıştı. Böyle bir şey beklemiyordu. Gözlerini ışıldatan o mutluluk hissi yerini endişeye bırakmıştı. Dayanamadı, telefonunu eline aldı, Eylem Aktaş’ın Söyleyemedim şarkısını buldu, şarkının ‘’Şarkılar yazdım sana okuyamadım, hep yanımdaydın oysa dokunamadım’’ sözlerini metin kısmına ekleyerek tweet attı. 



    Ekin’i izlerken uyuya kaldı. Sabah Twitter’a bakınan Ekin, paylaşımı görünce şaşırmadı, Asuman gönlüyle seviyordu onu, hissedebiliyordu. Onunla konuşmalıydı.

* * *

Asuman ağlıyordu, Ekin’in derdiyle dertlenmişti ama kendi acısı daha ağır basıyordu. Ekin’i kendisine getiren mektubun sırrı demek buydu. Duyduklarından sonra ne hissedeceğini şaşırdı adeta. Suçluluk hissetti, fakültede o kâğıdı Ekin’e verebilirdi belki de. Belki de o mektup sahibine ulaşsaydı, Özge yaşayacaktı, kim bilir. Ama o zaman, o zaman Ekin onu sevecek miydi ya da bu olaylardan sonra sevebilecek miydi? Böyle bir durumda kendi derdine düştüğü için içten içe kendine kızıyor, ama duygularına engel olamıyordu. Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Ekin kendisini teskin etmeye çalışıyordu, bu kadar etkileneceğini beklemiyordu. Asuman, kâğıdı cebinden çıkarıp Ekin’e uzattı. Ekin şaşkınlıkla kâğıdı açtı, aylar önce kaybettiği kâğıt elindeydi. Donakalmıştı, gözyaşları kâğıttaki mektubun mürekkebini dağladı, yüreği bir kez daha dağlanırken. Mektubu, kısık bir sesle, yutkuna yutkuna okudu.

‘’Sana kendimi şu an ifade etmekte zorlanıyorum. Şu an Nazlı’yı ara. Sana bir kitap aldım, o kitabı senin odana koydu. O kitabın 110 ve 111. sayfasını sana çekip göndermesini söyle. Bu sayfaları oku, sonra ne diyeceksen de, ama lütfen bu dediğimi yap.’’

Ekin’in söylediği kitap Şükrü Erbaş’ın İnsanın Acısını İnsan Alır kitabıydı. 110.sayfası ise şöyle başlıyordu: ‘’Ayrılık ne biliyor musun? Ne araya yolların girmesi, ne kapanan kapılar, ne yıldız kayması gecede, ne güz, ne ceplerde tren tarifesi, ne de turna katarı gökte… İnsanın içini dökmekten vazgeçmesi ayrılık.’’

Tüm bunlar yaşanırken, çay ocağının radyosunda, Murat Göğebakan’ın sesi Ekin ve Asuman’ın  kulaklarında çınlıyordu.


‘’Sevda tünelinde,

Ahh ne acılar çektim ben

Bu aşk uğruna ben

Ne ölümler gördüm ben

Oy... ! bir aşk uğruna ben

Ne ölümler gördüm ben

Turnalardan haber verin

Yari çok özledim ben

Gecenin sessizliği

Dağların ıssızlığı

Bir de senin yokluğun koy üstüne

Gör benim neler çektiğimi

Bir de senin yokluğun koy üstüne

Duy benim neler çektiğimi

Turnalardan haber verin

Yari çok özledim ben.’’

Yorumlar

Popüler Yayınlar