AYRILIK TÜRKÜLERİ



A. salonun ortasındaki ahşap yuvarlak masada oturuyordu. Sandalyenin baş kısmına dirseğini dayamış, sakallarıyla oynuyor, pencereden dışarıya bakıyor bir yandan da bacak bacak üstüne atmış ayağını sallıyordu.  İçindeki tedirginliği yatıştıramıyordu, masada duran telefonunu aldı hemen, bir şeyler dinlemek istiyordu. Müzik uygulamasına girdi,  ara kısmına dokundu, ‘’müzik arayın’’ yazıyordu, tekrar dokundu, ne yazacağını bilemedi, etrafa bakındı. Kendi tedirginliğini hangi ezgi anlatırdı kendine… Ara kısmına tekrar dokundu, ‘’yandı ha yandı’’ yazdı, arattı. Kendi tedirginliğini ifade edeceği türküyü bulmuştu bulmasına ama kim söyleyecekti onun sesinden, ekranı kaydırarak ilerledi, Cem Erdost İleri’den açtı. Türkü bilgisayarın hoparlöründen çalmaya başladı. Telefonu masaya bıraktı, sandalyeden kalkarak pencereye doğru ilerledi. Pencerenin kenarına yaslandı, kollarını göğsünde birleştirdi. Evin önündeki sokağa bakıyordu. Sulu bir kar yağmış, yollar ıslanmıştı. Kül rengine bürünmüş gökyüzü, ikindi vaktini buğulu bir hale dönüştürmüştü. C. , kırmızı duvarlı evin önünden köşeyi dönmüş, sokağın başında belirmişti. Yere doğru bakan A. önce siyah topuklu ayakkabılarını gördü, kafasını yavaş yavaş yukarı kaldırınca dizleri ile ayak bilekleri arasına kadar uzanan tarçın rengi eteğini gördü, üzerinde dizlerine kadar gelen kahverengi bir kaban vardı. Yüzüne bakacakken kendini pencereden geriye doğru attı, az kalsın yakalanacaktı. Hemen eski konumuna dönmeliydi, sandalyeye oturdu, dirseğini sandalyenin baş kısmına dayadı ve sakallarıyla oynamaya başladı. Döne döne aynı türkünün çaldığını bile fark etmiyordu. Biraz sonra önce apartmanın kapısının açıldığını duydu. Merdiven basamaklarını çıkıyordu gelen kişi, ayak seslerini duyuyordu ve sonra işte kapının gıcırtısı, heyecanı artmaya devam etti. C.  anahtarıyla kapıyı açtı, topuklu ayakkabılarını çıkarıp kapının önünde koydu, içeri girdi. Uzun ve dar holden geçerek salona geldi.

—Selam.
—Selam. Hoş geldin.
—Hoş olmadığımı biliyorsun.
Durakladı, dalmıştı, konuşmaya başladı:
—Lafın gelişi söyledim, öylesine.
—Ne zaman çıkacağız?
—Duruşmaya 1 saat var.

Bunu duyan C. kabanını çıkardı, kanepenin başına koydu, kanepeye oturdu. Sandalyede yan şekilde oturan A.’nın karşısına oturdu, her ikisi de pencereden dışarıya bakıyordu. Dün akşam evde kopan fırtınanın tam aksine salonda sessizlik hakimdi. Her ikisi de tedirgindi, konuşmayı kim başlatacak diye bekliyor gibiydiler. Yaklaşık on dakika sonra sessizliği C. bozdu:

—Niye hep aynı türkü çalıyor?
—Hep aynı mı, fark etmemişim.
—Evet, aynı.
—Kapatayım.
—Yok, kapat diye demedim.
Anlamamış şekilde baktı A. , C.’nin yüzüne
—Tamam, çalsın.

A. başıyla onayladı ve eline aldığı telefonu masaya, yine aynı yerine bıraktı.

‘’Ağzımda dillerim yandı ha yandı, yandı ha yandı, yandı ha yandı
Ağzımda dillerim yandı ha yandı, yandı ha yandı, yandı ha yandı’’


Duruşmadan ilk çıkan C. oldu, topuk sesleri adliyenin koridorlarında yankılanıyor gelip A’nın kulaklarında çınlıyordu. C. hava almak için hızlı adımlarla kapıya yöneldi. A. beklenmedik bir veda yaşadığını hissetti, nihayetinde beraber gelmişlerdi, beraber çıkabilirlerdi. Yavaş adımlarla o da kapıya yöneldi, kapının önünde bekleyen C.’yi gördü. Adliye kapısının önünde karşı karşıya kalan eski çift, birbirine bakıyordu. Etraflarında gençler vardı. Her ikisi de dejavu yaşar gibi oldu.

***
O gün fakülteden erken çıkmışlardı. Herkes A.’yı bekliyordu.

—Nerede kaldı bu çocuk ya?
—Geliyordu en son, sınıftan çıkıyordu.
—Hah, işte geliyor.
—Neredesin olum ya, seni bekliyoruz.
—Geldim, geldim.
—Ne oldu, bir haller var yine sende?
—Yok, yok, bir hal yok.
—Emin misin?
—Evet.
—Hadi ama artık, geç kalacağız.

Fakültenin bahçesinden geçerek otobüs durağına doğru yürüdüler.  O sırada A. düşünceli olduğunu belli etmemeye çalışıyordu. Arkadaşlarına yetişmek için aceleyle sınıftan çıkarken, elinde kahve taşıyan bir kıza çarpmıştı. Kahvesi dökülen kız, şaşkınlıkla ona bakıyordu.

—Bir şeyiniz var mı?
—Yok, yok, çok affedersiniz ben aceleyle çıkınca görmedim. Sizde de bir şey yok demi, yanmandınız?
—Yok, yanmadım. Sadece koridor biraz kirlendi ama o da temizlenir artık.
—Çok affedersiniz gerçekten, ben kahvenizin ücretini vereyim.
—Yok, yok, lütfen. Ben tekrar alırım.
—Olmaz ama ben dökülmesine sebep oldum.
—Lütfen, başka zaman beni görürseniz bir kahve ısmarlarsınız olur biter.
—Peki, o zaman, şimdi gitmem lazım, arkadaşlarım bekliyor da. Gerçekten çok affedersiniz.
—Önemli değil, böyle kazalar olur. Görüşmek üzere.
—Çok affedersiniz, gerçekten, görüşürüz.

E. geri dönerek katta bulunan küçük kantine kahve almaya gitti. A. ise koştur koştur merdivenlerden indi. E.’den etkilenmişti. Garip gelmişti gözüne, belki de etkilenmemişti, bilmiyordu. İçi bir değişik olmuştu ama bu duyguyu tanımlayamıyordu. Arkadaşlarına belli etmemeye çalışarak onlarla durağa kadar yürüdü. Otobüse binip Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmet Müdürlüğü’nün önünde indiler. Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmet Müdürlüğü’ne Topluma Hizmet Uygulamaları dersi için düşündükleri proje hakkında görüşmek amacıyla gelmişlerdi. Bu proje sevgi evleriyle ilgiliydi. Görüşmeyi gerçekleştirmiş çıkıyorlardı ki E. İle müdürlüğün girişinde karşılaştılar.

—Aa, sen.
—Bu sefer elimde neyse ki kahve yok.
Gülüştüler.
—Ne arıyorsun burada?
—Ben sevgi evlerinde gönüllü olarak staj yapıyorum. Onun için ara ara buraya da gelip gidiyorum.
Tam cevap verecekti ki C.’nin sesiyle bölündü:
—Hadi ama artık ya, fakültede de beklettin bizi. Seni bekliyoruz burada.
—Siz gidin, ben arkanızdan geliyorum.

Tüm grup üyeleri sinirli bir şekilde A’ya bakıyordu. İçlerinden gözlüklü ve kısa boylu olan bir kız, sinirlenerek, ‘’bu çocukla aynı grupta olmaktan nefret ediyorum, hoca bırakmıyor ki grupları kendimiz oluşturalım, hadi gidelim’’ dedi. Tüm grup ona uyarak, adliyenin yolunu tuttu. Arkadaşlarının kötü bakışlarından ötürü açıklama yapma gereği hisseden A. söze girdi:

—Topluma hizmet dersi için grupça proje hazırlığı yapıyorduk da, adliyeye gidecektik beraber.
—Aaa, bende buradan adliyeye geçecektim, bekletmeseydin keşke onları.
—Yok ya, ben yetişirdim onlara, doğru düzgün özür bile dileyemedim. Beraber gidelim o zaman?
—Ya önemli değil dedim ya, ne olacak ki altı üstü bir kahve.
A. mahcup bir yüzle ona bakıyordu.
—Tamam, o zaman bekle, ben bir evrak teslim edip geliyorum.
—Tamam.

İkindi vaktiydi, soğukların kendini hissettirmeye başladığı bir Ekim günüydü. Müdürlüğün önünde elleri cebinde bekliyordu. Çok vakit geçmeden E. geldi.

—Sen adliyeye neden gidiyorsun?
—Sevgi evinde kalan bir çocuk var, onun babasının duruşması varmış. Bir mektup yazmış babasına, onu iletmemi istedi. O yüzden gidiyorum.
—Hım, verebilecek misin ki?
—Hiç bilmiyorum, ilk defa deneyeceğim, umarım verebilirim.
—Siz ne için gidiyordunuz?
—Bizim projemizde sevgi evleri ile ilgili ama eğer olmazsa diye mahkûm annelerinden ötürü cezaevinde olan çocuklar için de başka bir proje düşündük. Onun hakkında bilgi almak için adliyede yetkililerle görüşmeye gidiyoruz. ‘’Annelerinden dolayı mahkûm olan çocuklar’’ dedi sessizce…

—Efendim?
—Güzel projeler düşünmüşsünüz.
—Yani, biraz sıradan bir yönü de var ama hissedilir bir şey yapalım istedik.
—Oradaki çocuklara dokunmak gerçekten çok farklı.
—Evet, bizim için de farklı bir deneyim olacak.

Adliyenin girişine gelmişlerdi. Proje grubu öfkeli şekilde A.’ya bakıyordu. A. bakışlardan arkadaşlarının çoktan gerekli görüşmeyi yapıp kendisini beklediklerini anlamıştı. A’nın geldiğini gören grup üyeleri sokağa doğru yöneldiler, C. ise tam girişte onları bekliyordu. Adliye kapısına geldikleri sırada hepsinin arasında bir adam belirdi, köşedeki kadını sonra fark ettiler. Adam ve kadın birbirlerine hüzünle bakıyordu.

...

A. dersliğin içinde, öğretim üyesi masasının hemen sağında bulunan pencereden aşağıda bulunan kantine bakıyordu. Dersin başlamasını bekliyordu, okulun son demleriydi artık. Yaz gelmişti, fakültenin her yanında bulunan yeşillikler, ağaçlar çok güzel görünüyordu. Çok mutlu hissediyordu kendini. Bu mevsimin cıvıl cıvıllığına karşın matem havası estiren kantinci acıklı türküler çalmaya devem ediyordu, kulak kesildi. Bilmediği bir ses ilk defa duyduğu bir türküyü seslendiriyordu. Gözlerini kantinden, uzaktaki dağlara doğru çevirdi, dalıp gitmişti. Bir sesle irkildi:

—Öhö öhö.
—Aaa, sen mi geldin canım?
—Evet.
—Hoş geldin.
—Hoş olmadığımı biliyorsun.
—Lafın gelişi söyledim, öylesine.
—Dün olanlardan sonra iyice düşündüm. Artık devam etmek istemiyorum.
—Devam etmek istemiyor musun?
—Evet
A. şaşkınlığını gizleyemiyordu.
—Ama ama bu nasıl olur? Dün normal bir şekilde tartıştık biz.
—Benim için normal falan değildi. O kızla görüşme demiştim sana.
—Tamam, ama geçmişe dair bir sorunu konuştuk demiştim sana. Sürekli görüşmüyorum ya?
—Hayır, hayır. Bana bunu söylemedin, söylemen gerekirdi. O kız normal bir kız değil tamam mı?
‘’Vebalı mı?’’ demek geldi A.’nın dilini ucuna, kendini tuttu.
—Sana neden görüştüğümü anlattım, bu çok hassas bir konuydu. Neden anlamak istemiyorsun?
—Ben yeterince bir şeyleri anladım, tamam mı? Artık devam etmek istemiyorum.
Ağlamaklı bir sesle devam etti E. :
—Belki böylesi daha iyidir.
E. arkasına dönerek yavaş adımlarla kapıya yöneldi, tam çıkarken K. İle karşılaştı.
—Al, istediğin oldu.

Bu cümle karşısında afallayan K. anlamsızca E.’nin arkasından baktı. Kafasını çevirdiğinde ise A. ile göz göze geldiler. Yarım dakika kadar bakıştılar.  O sırada kantinde hüzünlü bir türkü çalmaya devam ediyordu:

‘’Ayrılığın derdi gayet zor imiş, seyranı Didarın cümle nur imiş
âşıkların kalbi gönlü bir imiş, sensiz gönlüm yüzüm gülmedi dostum’’

Bilmediği sesin sahibi Nida Ateş, türkünün adı ise Bilmem Nerde Kaldı idi, sonradan öğrendi.

***

Adliyenin girişinden ayrı yönlere doğru yürüdüler. C. sol tarafa, İcra Müdürlüğü’nün olduğu yöne doğru A. ise Emniyet Müdürlüğü’ne doğru gidiyordu. Hafif hafif yağmur çiseliyordu, yerler zaten ıslaktı. Her ikisi de adliye sarayı ile tren raylarının arasında bulunan caddenin kıyısında dolmuş bekliyordu. Birbirlerine doğru bakmıyorlardı. 7 numaralı dolmuş caddenin başından geliyordu. Önce C. bindi, yaklaşık 100 metre sonra A. dolmuşu durdurdu ve dolmuşa bindi. C. dolmuşun en arkasında oturuyordu. A. dolmuş ücretini vermek için şoför mahalline doğru ilerledi, ücreti uzattı. Para üstünü aldıktan sonra, yer var mı diye dolmuşun arka kısmına hızlı bir bakış attı, C.’yi gördü, göz göze geldiler. Her ikisi de kafasını önüne eğdi. Biraz sonra her ikisi de dolmuşun farklı pencerelerinden uzaklara bakıyordu. Dolmuş giderek doluyor, içerisindeki sıkışıklık artıyordu. İki genç yüksek sesle konuşuyordu. Onların sesini dolmuşun radyosundan çalan türkü bastırıyordu. Dolmuş tren garına yaklaşmıştı. A. inmek için ‘’müsait bir yerde durur musun kaptan’’ dedi. Dolmuş yavaşlarken A. son kez başını dolmuşun arka kısmına çevirdi. C. ile yine göz göze geldiler. A. inmek için yanındakilerden müsaade istedi, iner inmez karşısında bekleyen K.’yı gördü, C. , K.’yı görünce şaşırmadı. O esnada dolmuşta çalan türküye dalarak pencereden uzaklara bakmaya devam etti.

‘’Dünyada tükenmez murat var imiş, ne alanı gördüm ne murat gördüm.
Meşakkatin adın murat koymuşlar, dünyada ne lezzet ne bir tat gördüm.’’

Kemal Dinç, Ahmet Aslan ve Erdal Erzincan beraber söylüyordu.

Dolmuş otogara yaklaşırken bu sefer C.’nin sesi duyuldu:  ‘’Müsait yerde lütfen.’’ Dolmuş durdu, C. dolmuştan indi. Kendisini bekleyen adamın ellerinde papatya demeti vardı.
­

***

Yorumlar

Popüler Yayınlar