POSTER
Yıllardır ''alışkanlıklarımın küflü sığınağında'' yaşıyorum;

Bant izleri kiminde taze kiminde ise pörsümüş bir haldeydi. Gözüme ilk
çarpan Aşık Veysel posteriydi. Ama bu diğerleri gibi bir dergiden değil de daha
çok bir sergiden alınmışa benziyordu. ‘’Kübist bir yaklaşım’’ demişti bir
arkadaş posterdeki resim için. Posterin altında ‘’B. Rahmi’’ yazıyordu. İki
kişilik bir eksikliğin betimlendiği postere baktıkça Veysel’in etrafını çeviren
kuşların ötüşünü merak ediyordum. Sonra aklıma o kuşları ötüştüren B. Rahmi
geldi. Veysel’in dalına konmuş kuşlarda B. Rahmi acaba hangi sesi arıyordu:
‘’eyi bir yüz çatılarda gülerken/bir güvercin havalandı içimden/kar göğüslü bir
güvercin[1]’’
Veysel posterinin paralelinde, karşı duvarda Dostoyevski posteri vardı.
Açık alnı, düz saçları ile yeni bir romanı düşünüyor gibiydi. Öyle bir dikkat
kesilmişti ki beni bile fark edemiyordu, gözlerinin içine bakıyordum ama
görmüyordu. Boynunca uzamış sakalları bir bataklığı andırıyordu, onu besleyen
bataklığı. O, bataklıkta konuşuyor ve konuştukça havasız odanın pusunda yaşıyor
gibiydi. Bu adamı odanın içerisinde sadece bir eksikliğe karşılık barındırmak
olanaksızdı. O konuşuyor diğerleri dinliyordu: ‘’Yapayalnız, soylu bir yüreğe
tattırdığın o bir dakikalık mutluluk için her zaman şükranla anacağım seni![2]’’
Odanın kirişinden ayrık otu gibi bir poster duruyordu, Nazım Hikmet
posteri. Mavi bir zeminde uzaklara bakıyordu Nazım. Nazım, umutla bakıyordu
uzaklara. Ne yukarı, ne aşağı karşıya doğru bakıyordu. Nazım’ın bakışlarında
bir mahcupluk ta vardı. Nedeni, nasılı kestirilemeyen bir mahcupluk. Sanki
kendi yazdığı bir şiir kulaklarında çınlıyor, o ise rahatsızlık duyuyordu.
Umudunu yitirmiş değildi ama bir mahcupluk vardı, tuhaf bir mahcupluk. İnsanın
aklında bir ömür kalabilecek birlikteliklerin yaşanacağı umudu ve yaşanamamışlıkların acısıyla tüten mahcupluk,
devrimci sevdalığı her çağın: ‘güneşli bir ormanda dalmak gözlerine/ve kan ter
içinde, aç ve öfkeli/ve bir avcı iştahıyla etini dişlemek senin/sende, ben,
imkânsızlığı seviyorum/fakat asla ümitsizliği değil…[3]’’
Ne yana baksam bir tanıdıkla göz göze geliyordum… Albert Camus kimse beni
görmesin, görüyorsa bakmasın, bakıyorsa ses vermesin der gibiydi. Issız ve
karanlık sokaklarda, elektrik direklerindeki lambaların yansımasıyla yüzü bir
görünen bir kaybolan Camus’nün kendine karşı yabancılığı insanı içinden
çıkılmaz tartışmalara ve bir mide bulantısını andıran duygulara götürüyordu.
Hangi anlamsızlığın ya da hangi başedememenin tercümanı bu poster: ‘’içimde bütün gün dinmek bilmeyen bir bulantı
vardı. Kimseye zararı dokunmayan bir şeyden ne diye yoksun bırakıldığımı
anlayamıyordum[4]’’
Nazım’ın bulunduğu kirişin sol yanındaki duvarda, köşede, Sabahattin Ali, Yusuf Atılgan, Cemal Süreya
ve Turgut Uyar vardı. Bir masanın etrafında oturuyor gibiydiler. Cemal Süreya
hevesle bir kadını anlatıyordu: ‘’oydu bir bakışta tanıdım onu/kuşlar
bakımından uçarı/çocuk tutumuyla beklenmedik/uzatmış ay aydın
karanlığıma/nereden uzatmışsa tenha boynunu.[5]’’ Bir anıyı anlatıyordu
aslında, bir serzenişi, kulaklarımla duydum; onunla mutsuzluğu bile övüyordu.
Tuhaf adamdı bu Cemal Süreya. Gözlerime baktıkça anlatıyor, hazirunla beraber
bende dinliyordum. Kısık gözlerinin altında sakladığı sevdaların sözünü
ediyordu. Bir sessizlik oldu sonra. Sabahattin Ali elinde dolma kalem ile bir
şeyler karalıyordu: ‘’Neydi
bu içinden çıkılmaz meseleler? Neydi bu mavi göğe veya sevgili bir yüze bakmayı
zevk olmaktan çıkaran hisler ve üzüntüler?[6]’’ Masanın her bir köşesinde ayrı bir benlik ve bu benlikle bezenmiş ayrı
hayatlar duruyordu. Dört mevsimi edebiyatın, bir odanın içerisinde öylece
duruyordu. Yusuf Atılgan, sessiz bir tonla konuşmaya başladı, içine konuşur
gibiydi: ‘’Yüksek
sesle konuşulanlar, tartışılanlar hep bilinen şeyler olduğuna göre ülkenin
yönetimini asıl etkileyen, düzenleyen şeyler bu fısıltılarda gizliydi anlaşılan[7]’’
Bu sözleri arka masalarda oturan siyah takım elbiseliler için söylemiş
olabilirdi. Zira o siyah takım elbiseli adamlar Sabahattin Ali’nin peşindeydi.
Her biri aynı gerçekleri biliyor gibiydi de, göz göze bakmadan, birbirlerinin
sözüne karışmadan anlaşabiliyorlardı. Turgut Uyar sol gözüyle siyah takım
elbiseli adamları şöyle bir yokladı, sonra ellerini masanın ortasında
birleştirdi: ‘’işte herkes yüz yüze şimdi geceyle/karşılıksız suçlamalarla
avutuyor kendini/’senin aşkındır’ diyor uzun iç çekişlerle birisi/birisi ‘her
şey uzakta artık’/İstanbul karagümrükte bir evde/ belki de başka bir yerinde
dünyanın/’hayır’ diyor birisi ama neye[8]’’
Yatağında sol
yanından sağ yanına dönen gencin uyanacağı korkusuyla irkildim. Saat onların
uyanma zamanına yaklaşıyordu. Uykularında nasıl da masumdular. Bu tılsımlı
yolculuğa bir son vermeli diye düşünürken arkamı dönerek kapıya yöneldim. Ahşap
kapının bitişiğinde, duvarda, Shakespeare posterini görünce durakladım:
‘’BENVOLIO: Beni dinle ve onu düşünme, unut!
ROMEO: Öğret bana, nasıl unutulur düşünmek?[9]’’
Odanın kapısını sessizce açtım, yavaş
hareketlerle odadan çıkarken kapıyı ardına çektim. Hızlı adımlarla odadan
uzaklaştım.
[1] Bedri
Rahmi Eyüpoğlu, Dol Karabakır Dol, (Bir Güvercin Uçuverdi), İş Bankası
Yayınları, s.362.
[2]
Dostoyevski, Beyaz Geceler (Çev. Ergin Altay), Bilge Kültür Sanat, s.80.
[3] Nazım
Hikmet, Henüz Vakit Varken Gülüm (Yine Sana Dair), YKY, s.66.
[4] Albert
Camus, Yabancı(Çev. Samih Tiryakioğlu), Can Yayınları.
[5] Cemal
Süreya, Sevda Sözleri (Yazmam Daha Aşk Şiiri), YKY, s.43.
[6]
Sabahattin Ali, Kuyucaklı Yusuf, YKY.
[7] Yusuf
Atılgan, Anayurt Oteli, YKY.
[8] Turgut
Uyar, Büyük Saat (İşte Herkes Yüz Yüze), YKY, s.574
[9] William
Shakespeare, Romeo ve Juliet (Çev.Özdemir Nutku), İş Bankası Yayınları, s.13.
Yorumlar
Yorum Gönder