
Adım adım ilerliyordum, aktığını fark edemeyen bir dere gibi çağıldıyordu içim. Hangi vadide salındığımdan, boz dağları kıvır kıvır oynattığımdan habersizdim. Tükenmeyen bir istekle engelleri aşarken sonumu düşünmüyordum. Üzerime edilmiş kavgaları uzaklardan gelen uğultulu sesler olarak duyuyor, rahatsızlığımı gizleyerek ‘’geçer’’ diyordum. Gelip geçenleri görmeden. Boz dağlardan eriyen metrelerce karın, debisini artırdığı derelerin yatağını dövdüğü gibi kendimle dövünüyordum. Gariptir ya bunu bile fark edemiyordum. Her hareketim iz bırakıyordu, yaşadıkça zihnimin tanık olduğu her şey gölge gölge uzanıyordu arkamdan. Ne zaman başımı arkaya çevirsem bir hatıra kalıyor gözlerimin geçmişinde. Zaman geçtikçe evlerin renkleri, sokakların giriş çıkışları değişiyor. Dün şu saatte şu köşe başında dediğin sokağın köşesi bugün rant kokuyor, gözünü tırmalayan bir rengi andırıyor. O sokaktan sessizce geçmek kalıyor geriye, zihninle gözünün önüne getirdiğin hatıraları anımsamaya çalışırken o sokağa ait olmadığını hissediyorsun. Memleket bellediğin yer el yabancı kalıyor sana, yabancılık çeke çeke alıştığın caddeler hatrında kalıyor. Duraksıyorsun, başını mahcubiyetle arkaya çeviriyor, yabancılık çektiğin tuhaflığa tekrar bakıyorsun. Adımların hızlanıyor, bir yere varmak geliyor aklına, neresi olduğunu kestiremediğin bir yer, usdışına. Bir amaç edinmişcesine büyük adımlarla yürüyorsun. Sokakların kendi içlerine gizlediği duraklarda duraksıyor, vardığın sokağın mahsulü olan insanlarla hemhal oluyorsun. Boğazında biriktirdiğin bir hırıltı ile ağzından çıkıyor susuşların: ‘’Oysa ben bir akşamüstü oturup turuncu bir yangının eteklerine, yüreği avuçlarımda atan bir can yoldaşıyla dünyayı ve kendimi tüketmek isterdim’’
Tüketmeyi ürettik artık; dostlukları, sevdaları, insanları. Rüzgar savrukluğu ile bir peribacasının içine de işleyen sözlerle konuşuyoruz. Herkesin rüzgarı kuzeyden esiyor. Tükettikçe kendimizi tüketmeyi öğrendik. Tükeneüretik savaşında var olmayı. Her eksildiğimizde bundan neden arayışımız. Aynalarda yetmez artık. Babalar gerek, bizi bize anlatan. Yalnızlıklarımızı kapladığımız buzları eritecek gülümsemeler gerek. Ufuklara baktıkça geride kalanların hayali yahut kabusu sarıyor bedenimizi. Keşkeler iyi kilerle dövüşüyor. Gün doğup dün batıyor. Anıların rengi neden hep siyah ve beyaz? Varlığımızı görmeden sonumuzu düşünmek mi ağır gelen? Üşüye sıcala gidiyoruz, durdurmak mümkün değil. Peşimize aman edip takılanlardan korkularımız. Buyur edenlerin esenliğinde çekincelerimiz. Kim diye sorguladıklarımızda görmeyişlerimiz. Gelişmeye olan açlığımız uzlaşmaya varmaz, bundan mı pes edişimiz? Gamlı bir türkü nerede çalınsa durur kulak kesiliriz. O havayı duyunca iç çeker, etlerimizle kemiklerimizin arasına gireriz. O boşluktur Şükrü Erbaş’ın Hasan Ali Toptaş’ın yazdığı, bin ozanın bir sesle ayrı ayrı çaldığı, Bedri Rahmi’nin, Hüsamettin Koçan’ın çizdiği, senin benim okuduğu, sustuğu…
Resim: Jean Fautrier Hostages on a Black Ground 1946, published c.1960–4
Yorumlar
Yorum Gönder